İlk dövmem, 2011 yılında bileğimin içine yazdırdığım oğlumun adıydı. (O dönem daha bu moda olmamıştı, ne bileyim herkesin yaptıracağını?🤷🏻♀️)
İkinci dövmem ise uzun düşünme ve sindirme süreci sonucu tenime kazımaya değen şey olan hayat felsefem, pusulamdı. Benim pusulamda; doğu “Wisdom” yani bilgelik, batı “Love” yani aşk / sevgi, güney “Joy” yani neşe, heves, yaşam sevinci ve kuzey ise “Freedom” yani özgürlük idi. Özgürlük benim kutup yıldızım oldu her zaman.
2019 yılında yaptırdım bu dövmeyi. Değerlerimi tenime kazıttım bir anlamda. Çünkü, bunların benim için anlamı çok derin. Hangi yönde hangi değerin yer alacağı dahi benim adıma oldukça düşünülmüş şeyler aslına bakarsanız. Bu sadece lafta kalan bir şey asla değil benim için. Ben hayatımı bu değerlerin üzerine kurmak için çok çalıştım ve çok da bedel ödedim. Daha fazlasını da ödemeye hazırım, hazırdım.
Özellikle özgürlük; birçok seçimimde, kararımda etkili oldu hayatım boyunca. Özgürlük, benim için basitçe istediğim şeyleri yapabilmek ve istemediğim şeyleri yapmak zorunda olmamak olarak tarif edilebilir. Bu tarif; yazarken basit, okunurken basit ancak uygularken oldukça zor. Bunu %100 gerçekleştirmek mümkün olmayabilir hiçbir zaman, en azından benim için değildi tabii ama maksimize edebilmek adına çok şeyden vazgeçtim. Kimi zaman bencil, isyankâr olarak yaftalanmayı, kimi zaman da yalnızlığı göze aldım. En basit tanımı biraz derinleştirdiğimizde; özgür düşünmek, özgürce seyahat edebilmek, ekonomik özgürlük, seçimleri, kararları için kimsenin onayını almak zorunda olmamak, özgürce giyinebilmek gibi birçok noktaya genişletmek mümkün bu kavramı. Kişisel düzlemden ideolojik düzleme kadar birçok anlam yüklemek de mümkün. Ey Özgürlük! İlkokuldayken, evde Zülfü Livaneli’nin Ada albümünün plağı vardı ve pikaptan defalarca dinlerdim bu şarkıyı. Okulda defterime, sırama ağaçlara yazdığım özgürlüğü, 39 yaşında tenime kazıdım ben.
Gel gör ki hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeylerden ibaret. Tenime özgürlüğü kazıdığım sene hayatımıza girdi Covid19 hastalığı, biz 2020’de daha çok duymaya başlasak da sondaki 19, hastalığın çıkış yılıydı. Ve hepimizi evlerimize kapattı. En azından kapanabilme lüksü olanları diyelim.
Hayatımızı artık BC (“before corona” – korona öncesi) ve AC (“after corona” – korona sonrası) olarak ikiye bölecek kadar büyük çapta bir değişimi yaşamaya başladık hep birlikte. Fransız devrimi gibi, ateşin bulunması gibi, ne bileyim İstanbul’un fethi gibi. Artık dünya eskisi gibi olmayacak. Burası kesin. Sanayi devrimi, dijital çağ dediğimiz şeyi konuşurken şimdi hepten “Distruptive” – Yıkıcı bir değişimi yaşıyoruz işte. Hem de bir virüsle.
Belki de bu dünyaya fazla geldi insanlığın aç gözlülüğü ve doymazlığı / aymazlığı ve gezegenin bizle baş etme yöntemi bu. Belki de dinozorların nesli bir gök taşıyla tükenmedi de bir virüsle tükendi. Belki, kendini dünyanın merkezinde sanan mağrur insanın mikroskobik canlılarla baş edemeyişiyle, yerini ve haddini öğrenmesi için bir yol! Belki, birlikte yaşamayı bilmeyen bize müstahak!
Belki de doğru ve yanlış, iyi ve kötünün olmadığı evrenin sıradan döngü ve akışlarının bir parçası sadece. Virüs virüslüğünü yapıyor en nihayetinde. Kendine yaşayacağı ve çoğalacağı habitatı buluyor en basit haliyle. Hayvanlardan insanlara geçiyor, insandan da daha çok insana. Hayvanların yaşam alanlarını zapt ederken, onları katledip hayvan pazarlarında satıp, yemeye devam ederken ne bekliyorduysak. Yıllardır bilinen ve beklenen şeyler oluyor aslında, biz insanlığa ve bilime sırtımızı döndük sadece, o sebeple bugün şaşkınlığımız.
Velhasıl, ben ve sen ve siz ve hepimiz, küçük hayatlarımızda planlarımızı yaparken, toplantılar, seyahatler planlarken, ajandalarımızı aktivitelerle doldururken, işler güçler peşinde koşarken, durmaksızın koşarken ve nefes almadan koşarken, hayatımıza bomba gibi düştü korona virüs.
Yok ya, taa Çin, aa İtalya, yok canım Almanya derken geldi, kucağımızda patladı bomba. Bile bile, göre göre, hazırlıksız yakalandık. Bile bile, göre göre almamız gereken önlemleri al-a-mıyoruz. Coğrafya kaderindir derler, ne kadar doğru. Virüs tüm dünyaya yayıldı ama biz ülkece; bağışıklık sistemimiz, rezervlerimiz, gücümüz eksik girdik bu savaşa. Güveneceğimiz bir sistemden uzak bireysel önlemlerimizi almaya çalışıyoruz! Sahipsiz ve yalnız bırakılmış hissediyoruz kendimizi vatandaşlar olarak.
Üstelik; “herkes eşittir ama bazıları daha eşittir” örnekleri görüyoruz maalesef her gün. Virüs ırk, cins, din, dil, varlık ayrımı yapmıyor ama gereken önlemleri alabilme, teşhise ve tedaviye ulaşma noktasına gelince ayrım başlıyor yine işte. Kimi ada alıyor ailesini karantinaya almak için, yalısından #evdekal sporunu yap postları atıyor; kimi işe gitmeye mecburen devam ediyor ailesine bakabilmek için. Kimi test kitleri ile oyun oynuyor evinde, VIP katlarında özel muamele ile tedavi ediliyor, kimi test dahi yaptıramıyor, gereken tedaviyi alamıyor. Kimi evinde sıkılıyor, kimi hastanede eksik koruyucu ekipmanlarına rağmen canla başla hayatını riske atarak başkalarına yardım etmeye çalışıyor. Yani dünya virüsle mücadele ederken tekrar sistemin ve düzenin çarpıklığıyla bir kez daha yüz yüze geliyor. Hepimiz dünya düzeniyle, kendimizle, ahlak, vicdan, yardımlaşma, bencillik, özgürlük, haklar gibi kavramlarla yüzleşip tekrar sorguluyoruz bunların bizim için ne demek olduğunu.
İş yaşam dengesi dediğimiz kavram,
maalesef işin mi yaşamın mı tercihine döndü bazılarımız için.
Bana geri gelirsek; eee, peki ne oldu özgürlük? Ya, değil mi? Şimdi, evde kalabilmek oldu özgürlük. Sürekli seyahat eden, hareket eden, aynı evin içinde 2 gün oturmaya tahammülü olmayan ben, ev hapsime şükreder oldum.
Evden çıkamadığım, sevdiklerimden uzakta kalmak zorunda olduğum ve özgürce hareket edemediğim için kafese konmuş bir kaplan gibi vahşileşir, huzursuzlanır ve öfkelenirken, diğer yandan işimi evden yapabildiğim ve dışarı çıkmak zorunda olmadığım, daha az riske girdiğim için şükredip halime seviniyorum. Sonra yine bunalıyor, ailem ve sevdiklerim için endişeleniyor, ne kadar süreceği belirsiz bu durumun içerisinde sıkışmış hissediyor, kurban psikolojisiyle acı çekiyorum. Sonra başta hastanelerde, sahalarda, fabrikalarda, marketlerde, daha birçok yerde çalışmaya devam etmek zorunda olan insanları düşünüp sıkılmama ve şikâyet etmeme sinirleniyorum. Şükret haline diyorum kendi kendime. Sonra da hastanedeki hastalara, hayatını kaybedenlere bir taraftan kahrolurken, yakınlarım, ailem, sevdiklerim (henüz) sağlıklı ve hayatta diye şükrettiğime utanıp üzülüyorum diğer taraftan.
Yani aynı anda hem acı çekiyorum, keder ve üzüntü duyuyorum – yas tutuyorum bir anlamda, hem de şükrediyorum. İkisini gün içerisinde ayrı ayrı ve birlikte yaşıyorum mütemadiyen. Arada utanç, çaresizlik, isyan gibi duygular da gelip gidiyor. Ortaya karışık duygu çorbası. Yersen.
Tarihe tanıklık ediyoruz derken abarttığımız söyleniyordu ama al sana işte. Bu tarihe tanıklık. Ha, tercih eder miydik bu dönemin tanığı olmayı, muhtemelen hayır. Ama şu aşamada seçme şansımız yok işte.
Sonra kendimi işe, okumaya, yemek hazırlamaya, spora, yogaya, meditasyona, tüm bu kaygı ve korku ve duygu karmaşasından beni uzaklaştıracak ne varsa ona vermeye çalışıyorum. Bazen işe yarıyor. Bazen yaramıyor.
Sonra kendime diyorum ki bu geçecek! Derin bir nefes al ve hatırlat kendine. İçinde bulunduğun neyse hep sonsuza dek sürecekmiş gibi hissediyorsun. Değil. Bu bitecek. Geçecek. Tekrar güzel günler göreceğiz. Güneşli günler.
Sonra, sonra diyorum ki; evet geçecek ama “olmuş olması” geçmeyecek asla. Bundan sonra dünya hiçbir zaman aynı olmayacak. Hepimizde derin yaralar açacak bu süreç, izler bırakacak. Bazılarımız hayatını kaybedecek, bazılarımız sevdiklerini, bazılarımız işini, bazılarımız adalet duygusunu, güvenini, yaşam sevincini. Kaybettiklerimizin yanı sıra başka şeyler kazanacağız ama mutlaka. Yeni bir düzen belki, insanlığımızı hatırlamak, bize güç verecek yeni kaslar, bizi olgunlaştıracak yeni bakış açıları. Yani bu süreçten başka bir dünya çıkacak, çıkmak zorunda. Yoksa, tüm bu yaşananlar boşa, boşuna… Yoo, olamaz. Bunlar boşuna yaşanıyor olamaz.
Zor zamanlar olur, nasıl geçersen içinden omurgan öyle şekillenir. (*)
Değerlerim ve pusulam beni bugüne getirdi, peki beni bundan çıkarmaya ve bundan sonrasına yetecek mi? Sevgiye ve bilgeliğe belki her zamankinden çok ihtiyacım olacak. Yaşam sevincine de evet. Özgürlük şekil değiştirse de hala kıymetli. Bunlardan başka şu an içimden bağıran kocaman bir “Adalet” duygusu var mesela. Biraz “Kabul” belki. Biraz daha “Sadeleşmek, “Farkındalık”, “Dayanışma”, “Duyarlılık”. “Sabır” belki çokça.
(*) Adamlar – Hepinize El Salladım şarkısına ait çok sevdiğim bir cümle.
Daha başındayız bu sürecin. Zaman gösterecek. Buradan neleri bırakarak ve cebimizde nelerle çıkacağımızı. Omurgamız ona göre şekillenecek.
Ama ümidim, tekrar özgür bir dünya bizim olsun. Sevgi, bilgelik ve yaşam sevinci dolu özgür bir dünya. Dimdik, onurla yürüyebileceğimiz bir dünya.
”Ve insanlar evde kaldılar,
kitap okudular ve dinlediler.
Dinlendiler, egzersiz yaptılar,
Sanat yaptılar, oyun oynadılar
ve yeni varoluş yollarını öğrendiler,
durdular
daha derinden dinlediler ,
biri meditasyon yaptı,
biri dua etti,
biri dans etti,
diğeri kendi gölgesini keşfetti,
insanların düşünceleri değişti,
iyileştiler.
Cahilce, tehlikeli, anlamsız ve vicdansızca yaşayan insanların yokluğunda,
dünya iyileşmeye başladı.
ve tehlike sona erdiğinde insanlar ölüleri için ağladılar
ve yeni kararlar aldılar,
yeni bir dünya hayal ettiler,
yeni yaşam biçimleri yarattılar,
Dünyayı tamamen iyileştirdiler,
Tıpkı kendilerini iyileştirdikleri gibi.”
İrlandalı şair Kathleen O’Meara’nın Şiiri, 1864
Türkçeye çeviren:Juan Botella Lucas ve Nurseren Tor
Comments